16 Temmuz 2008 Çarşamba

Ah Min-el Aşk


Seni seviyorum…
Dağların, göklere duyduğu hayranlığa eş bir mavilikte; pınarların ağlayışından ilhâm almış bir kavalın yanık sesiyle… Kim ne bilsin ki; bende Mecnûn istidâdı var… Ve kim ne bilsin ki; sen Leylâ soylu bir peri, yangın yerine dönen gönlümün mahşerisin… Gözlerinde kıvılcımlaşan hislerimin, kelâma dar gelişinin ispatıdır bu iki kelime…
Seni seviyorum…
Daha evvel hiçbir cins-i lâtife duymadığım, ve daha evvel gönül fermânına uymadığım bir hâl ile meftûnum sana… Ben seni, Tanrı Dağlarının sert rüzgârlarıyla savrulan bozkır çiçeklerinin, yağmaya naz eden bulutlara yalvarırken boyun büküşlerindeki teslimiyetle; ruhumun en mahrem tahtına çıkarmışım… Seni sevdim ya…! Seviyorum ya ! Sevdân ile sonsuzluğu bekleyen, yiğit Erciyes’in başında erimek bilmeyen karmışım… Demek… Söylemek kâfi gelmiyor…. İçimin burkulduğu, lâkin hâzzın, ruhumun doruklarına savrulduğu şu an; nutkumun tutuluşunu bir yenebilsem… Daha neler neler söyleyesim var biliyor musun ey peri ! Ne var ki; aşkının kesâfeti ses tellerimi etkisiz, lûgatleri bu hâli tasvire yetkisiz kılmakta…
Seni seviyorum…
Anasını arayan kuzulara eş bir zayıflıkla, uğrun uğrun peşin sıra dolanışımı; kâh Kızılırmak, kâh Tuna gibi bulanışımı; için için sana yanışımı nasıl saklayayım…? Âşikâr edemediğim bu değil ! Seni sende özlemekten usanmış da değilim… Biliyor musun; can peteğimi sırlayan, şu garip gönlümü sevdâgâhında ağırlayan sensin… Dilerim ki, şu beyhûde ömrüm usul usul senle tükensin…! Ellerim titriyor, aşk mızrabını tutamıyorum… Gönül, devâ bulmaz hâllere dûçar oldu, avutamıyorum… Nasıl söyleyeyim? Anlatamıyorum…
Seni seviyorum…
Sonu nereye varırsa varsın ! Senin olmadığın bir dünyayı neylesin gönül ? Bir defa mührünü vurmuşsun, içimdeki yangınların; kızıl serinliğine… Bir düşün yâr… Beni, sevdâmı, sana olan ihtiyacımı… Bir düşün yâr; sensizlikte baş edemediğim firâk acımı… Bir düşün…! Öylesine… Gönülden… Ve derinliğine…
Seni seviyorum…
Şefkatine alışmışım bir kere… Vazgeçemeyeceğim bir noktadan haykırıyorum sana… Uğrunda tükenecek olmamın yoksa bir kıymeti… Yoksa sana muhtaç olmamın mânâsı… Ve dahi yoksam gözünde… Gönlünde… Sorarım ey peri ! İmkânsız olan nedir ? Bilmez misin :
“Şarâb Âb-ı hayât u câm-ı zerrin âfitab olsun
Cinân içre gerekmez bana cânân olmasa meclis” 1
Seni seviyorum…
Hasretin en çekilmez hâliyle , yollarına râm olmuş gözlerimin yaşını silmeksizin beklediğimsin… Biliyorum geleceksin… Ennihâyet sende seveceksin… Sana açık gönül kapımdan içeri süzülmeye bir cesaret edebilsen, beni anlamak yerine ruhunun ılık iklîminde bir lâhzâ dahi olsa kendinden bilsen… Söz kılıcını, sükût taşına vuruşumdaki maksadı irdelemek yerine bir ân baksan yâr diye yüzüme… Al düşen yanaklarımın, ardan ve dahi kalpgâhımdaki hârdan mürekkep olduğunu göreceksin…
Seni seviyorum…
Abes değil sevdâyı haykırmak…! Her zerreme intisap eden bu nârın söndüreni, dudaklarımdan çekip giden tebessümlerin döndüreni senden başkası olamaz ! Olamaz yâd ellerin; hâlden, gönülden ve dahi meçhûlden bîhaber dilberleri… Ne hâle geldim âh… Nef’î ’nin bir zaman âhûzâr eylediği gibi:
“Dil teşne beden aşk ile bir mertebe pür-tâb
Yahpâre olur ahker-i sûzân elimizde” 2
Seni seviyorum…
Aşkın, özümde açılan bir gonca gül… Bağbânı sen… Özüm, yanardağların meskeni, cân sarayım kül… Külhânı sen… El açıp dûa dûa istenen, en kutsî tevekkül… Bu garibin dil-hâhı sen… Bilmem ki daha nasıl anlatılır? Söz kifâyet etmiyor içimden geçenlere… Hâyâlinin seyrindeyim… Rüzgâr bekleyen kalyonlar gibi… Ufkuma doğacak güneş, o gül yüzün olsa… Gözlerim sana kavuşmanın hâzzıyla dolsa… Ağlasam ellerine kapanıp… Ömrüm ömrünle sarmaşık misâli yeşerip, yine seninle solsa… Âh per-î efsâ…!
Seni seviyorum…
Say ki; inanılmazım… Say ki, sevilmez… Farzet ki; siyahın en siyahı, kederlerin şahıyım… Nûrûnu esirgediğin, Hak’kın gücüne gitmez mi? Ben ki seni O’dan diler, O’ndan isterim… O ki; kendine açılan elleri hiç boş çevirmedi… Hak fermana karşı mı gelirsin, ey meyl-i dil…! Tâkâtim kalmadı cânım… Ben sükût edeyim, sultan-ı şûarâ söylesin beni:
“Yârdan cevr ü cefâ lûtf u kerem gibi gelür
Gayrıdan mihr ü vefa derd ü elem gibi gelür
Firkat-i yâr katı zâr ü zebûn itdi beni
Döymeyem mihnet ü hicrâna ölem gibi gelür
Dil-i pür-hûn elem-i hecrün ile cûş ideli
Çeşme-i çeşmün akan suları dem gibi gelür
Bâki’yâ kangı gönül şehrine gelse şeh-i ışk
Bile endûh u belâ hayl ü haşem gibi gelür” 3

Ne desem beyhûde kalacak… Biliyorum gönlün gönlümü belki hiç duymayacak… İşte garip sazım gönlümle eş olup, o ebedi besteyi bıkmadan çalacak…
Seni seviyorum… Seni seviyorum… Seni seviyorum…………/………
Sadece seni…!
Güçer Kafa — Çar, 09/07/2008 - 07:45

Hiç yorum yok: